europe-trip-france

Tersi ve Yüzü Montmartre: Paris’in Bohem Mahallesi

Kartpostalları süsleyen büyüleyici Montmartre imajının altında, sanatsal parıltı ile sistematik eşitsizliklerin iç içe geçtiği karmaşık bir dokudur. Paris’in en yüksek tepesine kurulu bu tarihi semt, uzun süredir bohem yaratıcılığın beşiği olarak romantize edildi: Picasso’nun, Van Gogh’un, Matisse’in ve Toulouse-Lautrec’in taş sokaklarında absint eşliğinde başyapıtlar ürettiği bir yer.

Kartpostalları süsleyen büyüleyici Montmartre imajının altında, sanatsal parıltı ile sistematik eşitsizliklerin iç içe geçtiği karmaşık bir dokudur. Paris’in en yüksek tepesine kurulu bu tarihi semt, uzun süredir bohem yaratıcılığın beşiği olarak romantize edildi: Picasso’nun, Van Gogh’un, Matisse’in ve Toulouse-Lautrec’in taş sokaklarında absint eşliğinde başyapıtlar ürettiği bir yer. Ancak Montmartre’ı yalnızca bu yaldızlı efsanelere indirgemek, onun mirasını şekillendiren gölgeleri görmezden gelmek olur: kadın emeğinin sömürüsü, bedenlerin metalaştırılması ve kültürel ekonominin altında yatan sömürge dinamikleri. Bu eleştirel tur, ziyaretçileri Moulin Rouge’un neon ışıklı kabarelerinden marjinalleştirilmiş toplulukların susturulmuş hikâyelerine uzanan çelişkilerle yüzleşmeye davet ediyor.

Tarihsel Bağlam: Kırsal Bir Yerleşimden Bohem Şehre

Montmartre’ın Paris surları dışındaki kırsal köy olarak başlayan geçmişi, çifte kimliğinin temelini attı. 19. yüzyılda, uygun kiraları ve esnek kuralları, şehrin soylulaştırmasından kaçan sanatçıları cezbetti ve bölgeyi avangart deneylerin sığınağına dönüştürdü. Lapin Agile ve Le Chat Noir kabareleri radikal sanatın kuluçka merkezleri olurken, Moulin Rouge isyanı bir gösteriye dönüştürerek Fransız Cancan’ını çarpıcı bir ihraç ürünü olarak pazarladı. Ancak bu yaratıcı patlama, mahallenin ekonomisini ayakta tutan fakat hikâyeleri hafizalardan silinen bir alt sınıfa dayanıyordu: seks işçileri, çamaşırcılar ve göçmen işçiler.

Bölgenin hem coğrafi hem de toplumsal izolasyonu, Montmartre’ın bir “şehir içinde şehir” olarak işlemesine izin verdi; toplumsal normlar çiğnenirken hiyerarşiler direndi. Erkek sanatçılar “bohem yoksulluklarını” kutlarken, sirk performansçısından ressama dönüşen Suzanne Valadon gibi kadınlar, bedenlerini fetişleştiren ama sanatsal öznelliklerini reddeden bir dünyada yol almaya çalıştı.

Sanatsal Miras ve 'Aç Sanatçı' Miti

Montmartre’ın yaratıcılık sığınağı imajı, elitizmi besleyen rolünü örtüyor. Bugün turistlerin portre çizimleri için akın ettiği Place du Tertre, bir zamanlar ucuz şaraplar eşliğinde Renoir ve Degas’ın estetik tartıştığı fikirler pazarıydı. Ancak “mücadele eden sanatçı” imgesi sıklıkla ayrıcalığı gizledi. Picasso da dahil birçok ressam, burjuva kökenlerinden geliyordu; isyan için geçici bir sahne olarak Montmartre’ı kullanıp sonra ana akım sanat piyasasına geri döndüler.

Öte yandan, semtin işçi sınıfı sakinleri—Fransa’nın sömürgelerinden gelen göçmenler, yerinden edilmiş köylüler, marjinalleştirilmiş kadınlar—gerçekliklerini resimlerde egzotik motiflere indirgenmiş buldu. Toulouse-Lautrec’in Moulin Rouge afişleri, dansçıların atletizmini kutlarken onların ağır çalışma koşullarını ve ırksal klişeleri yansıtmak zorunda kaldıklarını görmezden geldi.

Toplumsal Cinsiyet, Emek ve Perde Arkasındaki Sömürü

Montmartre gece hayatını tanımlayan kabareler ve dans salonları, kadın emeğinin sistematik değersizleştirilmesi üzerine inşa edildi. Özgürlük ikonları olarak selamlanan Fransız Cancan dansçıları, sömürücü sözleşmeler, fiziksel yaralanmalar ve toplumsal damgayla karşılaştı. Özgürlük sembolü olarak pazarlanan performansları, erkek fantazilerine hitap edecek şekilde koreografilenmişti; özerkliği gösteriye indirgiyordu.

Benzer şekilde, 1946 yılına kadar resmi olan ama sonrasında resmen yasaklı ama örtülü olarak tolere edilen genelevler, sanat ekonomisinin uzantıları olarak işledi. Modeller ve dansçılar, cüzi kazançlarını tamamlamak için sıklıkla seks işçiliğine yöneldi; bedenleri iki kez metalaştırıldı: önce ilham perisi, sonra ürün olarak. Bu ikilik, Moulin Rouge’un yıldız dansçısı La Goulue’nün hikâyesinde somutlaşıyor: Şöhreti yoksulluğa dönüşünce, bir zamanlar seyircileri büyülediği kabarenin yakınında kibrit satmak zorunda kaldı.

Sömürge Gölgeleri: Montmartre’ın Görünmeyen Küresel Bağları

Montmartre’ın bohem kimliği, Fransa’nın sömürge projesinden ayrı düşünülemez. Le Bal Nègre gibi mekânlarda görülen “egzotik” estetik, Afrika ve Asya kültürlerinden ödünç alınmış, sömürge yağmasını avangart bir tarza dönüştürmüştü. Cezayir, Vietnam ve Senegal’den gelen göçmenler, ekonomik gereklilikle Paris’e çekildi, ancak kültürel katkıları sahiplenilirken nadiren takdir gördü.

Sanatsal üretimin malzemeleri bile sömürge izleri taşıyordu. Kobalt mavisi ve vermilyon gibi pigmentler, sömürge bölgelerinden çıkarılan hammaddelere dayanıyor; Montmartre’ın tuval üzerindeki devrimlerini küresel sömürü sistemlerine bağlıyordu.

Montmartre Mezarlığı çarpıcı bir karşıtlık sunar: Burada Dalida, mahallenin eşitsizliklerini belgeleyen Émile Zola ve Moulin Rouge yılları mezartaşında anılmayan La Goulue ile yan yana yatıyor. Sacré-Cœur Bazilikası'nın 1875’teki inşası, Katolik Kilisesi’nin ahlaken sapkın görülen bir semte yeniden hâkim olma çabasını simgeliyor—iktidarın kültürel hafızayı nasıl şekillendirdiğinin bir kanıtı adeta.

Sonuç: Kartpostalın Ötesinde

Montmartre’ın çelişkileri sürüyor. Artık hediyelik eşya dükkanlarıyla çevrili taş sokakları, hâlâ mitolojisinden dışlananların seslerini yankılatıyor. Bu tepelerde yürümek, Paris’in bir mikrokozmosunu gözlemlemektir: güzellik ve adaletsizliğin bir arada var olduğu, her fırça darbesinin tarihin ağırlığını taşıdığı bir şehir. Bu arada düzenlediğimiz Montmartre ve Paris Modern ve Contemporary Art turlarımız marjinalleştirilmişlerin hikâyelerini merkeze alarak ziyaretçileri tuvalin ötesini görmeye, sanatın—tüm ihtişamıyla—asla apolitik olmadığını kavramaya davet ediyor.

Fransızların "La Butte" dedikleri Montmartre tepesinden aşağı inerken, şair Guillaume Apollinaire’in şu sözlerini hatırlayın: “Montmartre, modernitenin laboratuvarıdır.” Belki de gerçek deney, kimin modernitesini—ve kimin emeğini—kutlamayı seçtiğimizde yatıyor.